İçimizdeki Hazine 'Fıtrat'













Dilimize Arapçadan geçmiş olan “fıtrat” kelimesi, sözlükteki karşılığıyla “yaratılış” ve “hilkat” anlamlarına gelmektedir. Bu yaratılış kavramı, bütün bir tabiatın oluşumunu ifade etmesinin yanı sıra Allah’ın “Sonra ona düzgün bir şekil vermiş ve ruhundan ona üflemiş; sizi kulak, göz ve gönüllerle donatmıştır. Ne kadar da az şükrediyorsunuz!” (Secde, 9) dediği insanın da asıl yapısını ortaya koymaktadır.

İnsan yapısı, yaratılışı itibariyle maddi ve manevi olarak iki kısımdan oluşmaktadır. Maddi boyutuyla insan; yeme, içme, konuşma, barınma, yürüme, uyuma gibi fiziksel özellikler gerektiren eylemlere muhtaçtır. Bunları yaparken insanın kendisini harekete geçiren gaye, istek ve arzu gibi düşünceler ise insanın manevi boyutunu oluşturan temel unsurlardır. Bu unsurların ne şekilde kullanılacağı ve hangi amaca hizmet edeceği de insanın cüz’i iradesi ile verdiği karar doğrultusunda belli olmaktadır. Verilen kararlara kötü niyetlerle ulaşılmışsa, bu sürekli kötülüğü emreden “nefs-i emmâre”ye ve kalpte kendisine gizli bir yer bulan “lümme-i şeytaniye”ye hizmet etmektedir.  Hz. Peygamber (s.a.s) “Dikkat edin! Vücutta öyle bir et parçası vardır ki, o iyi, doğru ve düzgün olursa bütün vücut iyi, doğru ve düzgün olur; o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin! O kalptir.” diyerek kalbin önemini vurgulamıştır. Bu noktada Allah’ın “kıssaların en güzeli” olarak bizlere anlattığı Hz. Yusuf’un (a.s) hayatı “benim kalbim temiz” gibi düşünceler içine girerek vicdanını rahatlatmaya çalışan insanoğluna önemli bir mesaj vermektedir. Hz. Yusuf (a.s), kendisine sahip olmak isteyen Züleyha’ya insan fıtratının tabii istekleri itibariyle meyledeceği anda Allah’ın burhanını görerek bu durumdan kurtulmuştur. Hz. Yusuf’un (a.s) Kur’an-ı Kerim’de yer alan ifadesiyle “Yine de ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis, Rabbimin acıyıp koruması dışında, daima kötülüğü emreder; şüphesiz Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir.” (Yusuf, 53) sözü bu gerçeğe işaret etmektedir. 

Tasavvuf inancına göre nefsin mertebeleri arasında ilk basamakta yer alan “nefs-i emmâre”den sonra “nefs-i levvâme” gelmektedir. Bu basamaktaki nefis sahibi, bazen Allah’ın emirlerine uymakta bazen de uymamakta, yine de işlediği günahlara üzülmekte ve yaptığı güzel işlerden dolayı sevinmektedir. “Kendini kınayan, pişmanlık duyan nefis” anlamına gelen “nefs-i levvâme” ifadesi Kıyamet Suresi’nin 2. ayetinde yer almakta ve Allah tarafından üzerine yemin edilmektedir. Üçüncü basamakta yer alan “nefs-i mülheme” ise Allah’ın ilham ettiği nefis mertebesini temsil etmekte ve Şems Suresi’nde Allah tarafından üzerine yemin edildikten sonra “Nefsini arındıran elbette kurtuluşa ermiştir. Onu arzularıyla baş başa bırakan da ziyan etmiştir.” (Şems, 9-10) buyurulmuştur. A’lâ Suresi’nde yer alan “Doğrusu arınan ve Rabbinin adını anıp namaz kılan kurtuluşa ermiştir.” mealindeki 14 ve 15. ayetler de bu arınmanın Allah’ı anmak ve namaz kılmakla gerçekleşeceğine dikkat çekmiştir. 

“Nefs-i mülheme”den sonra gelen ve dördüncü basamakta yer alan “nefs-i mutmainne” aşamasında ise nefisteki bütün kötülükler yerini güzel ahlaka bırakmış, Allah’ın emir ve yasaklarına harfiyen uyar hale gelmiştir. “Bilesiniz ki gönüller ancak Allah’ı zikrederek huzura kavuşur.” (Ra’d, 28) ayetinde Allah’a olan bağlılıktan dolayı kalbin tatmin olacağı ifade edilmiştir. İmam-ı Rabbânî Hazretleri, “nefs-i mutmainne”ye kadar olan ibadetlerin taklidî olduğunu, bundan sonrasında ise bu ibadetlerin tahkîkî imana dönüştüğünü söylemektedir. Takvası sayesinde mutmain olan kişiye de Allah “Ey imanın huzuruna kavuşmuş insan! Sen O’ndan razı, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. Böylece has kullarımın arasına sen de katıl. Cennetime gir!” (Fecr, 27-30) ayetleriyle seslenmiştir. “Sen O’ndan razı, O da senden hoşnut” ifadeleriyle de bir sonraki nefis mertebeleri olan “nefs-i radiye” ve “nefs-i mardiyye” basamaklarından bahsedilmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s) de “Nefsini bilen Rabbini bilir.” buyurarak; bütün bu nefis merhalelerinin asıl amacının, kişinin kendi yaratıcısıyla tanışması ve O’na layık bir hayat yaşaması olduğunu beyan etmektedir. 

Dünyada haksızlıkların, zulümlerin baş gösterdiği zamanlarda inzivaya çekilmek suretiyle Rabbiyle baş başa kalan ve kendi iç âlemini sorgulayarak özündeki hazineyi keşfeden insanoğlu, nefis muhasebesini yaparak fıtratına yöneldikten sonra insanlığın kurtuluşu için harekete geçtikçe hem Hakk nezdinde, hem de halk nezdinde fani dünya hayatıyla sonlanmayacak bir itibar görecektir. Nefsini yenip, içindeki gönül kelamını dinleyen anlar ki; âleme nizam vermenin yolu, önce kendine nizam vermekten geçmektedir. 

İman edip salih amel işleyen o kişiler, halk içinde Hakk’a tâbi yaşamakla beraber yaptıkları iyiliğin karşılığını yalnızca Allah’tan beklerler. Onlar, “Ben cinleri ve insanları, başka değil, sırf bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 56) ayeti gereğince dosdoğru bir yol olan “sırat-ı müstakim” üzere yaşamaya gayret ederler ve bu yolda ayaklarının kaymaması için daima Hakk’a niyazda bulunurlar. Bu sebepten dolayı nefsini ruhuna, ruhunu da Allah’a tâbi kılan bir insan her şeyiyle Allah’a teslim olmuş ve böylece çok sağlam bir kulpa tutunmuştur. Artık O, Allah’ın ruhları yaratıp huzuruna topladığı ve “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabına “Kâlû belâ” (Elbette öyle, tanıklık ederiz) diyerek Elest Bezmi’nde verdiği sözü tutmanın sevinciyle bir ömür boyu bahtiyardır. Bütün hayatı boyunca da bu şuurla yaşamaya kararlıdır ve Şeyh Galip’in “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen, Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.” dediği gibi âlemin özü ve varlığın göz bebeği olanın insan olduğunu, Allah’ın emaneti olarak gördüğü kendi öz varlığına güzelce bakması gerektiğini bilir. “Allah'a dayan, sa'ye sarıl, hikmete râm ol... Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol” diyen Mehmet Akif gibi kendinden emin, “Uğrunda yaşamaya değer olan her şeyin adıdır İslam.” diyen Aliya İzzetbegoviç gibi asil duruşuyla da Allah’ın rızasını kazanmanın yollarını arar durur o hep… Nurettin Topçu’nun ifadesiyle “Davamız hayata uymak değil, hayatımızı Hakk’a uydurmaktır.” diyerek seslenip durmaktadır kendi içine… Böylece nefsiyle devamlı murakabe halindedir. Karanlık gecelerde Allah için gözyaşı döker, korku ve umut arasında için için dua eder. Allah Resulü’nün (s.a.s) emaneti olan Kur’an ve Sünnet’e sımsıkı sarıldıkça yolunu hiç kaybetmeyeceğinin farkındadır. Topraktan gelip yine toprağa gideceğini hiç unutmaz. “Ölmeden önce ölünüz” hadisinin sırrını kavramıştır, bunu aklından ve kalbinden asla çıkarmaz.  “Her şey aslına rücu eder” düsturu gereği bir hadis-i şerifin muştusu sarar onun kalbini: “İslam garip başladı, başladığı gibi bir hale dönecektir. Ne mutlu gariplere!..”

Mahmut Emin ŞENER





Yorumlar